Cemil Meric

http://groups.yahoo.com/group/CemilMeric

Friday, May 11, 2007

Tecessüs’ün Yeni Anlamı (Bu Ülke’den Bu Ülke’ye)

Doğumunun 87. yılında Üstad Meriç’in anısına.

Ne kitapçı vitrinlerini süsledi eserlerinin boy boy afişleri, ne de falancanın tavsiye ettiği kitaplar arasında anıldı adı. Bunların arasında ona ve eserlerine en yabancısıydı; “en çok satanlar listesi” olurdu herhalde.

Her yazar, eserinin, herkes tarafından satın alınılmasını ister, hele ki günümüzde. İstemesine ister de bakalım yazdıkları bu isteğini destekleyici nitelikte olur mu? Peki ya çok okunmasını, yazdıklarının anlaşılmasını ister mi? Onu da ister. Şöyle diyor bazı yazarlar(ımız); “benim kitabım, şu kadar zamanda, şu kadar sattı, bir rekor kırdı, falanca ödüle aday olabilir.” Tebrikler! Sormak lazım “acaba, kitabınızın ne kadar okunduğu hakkında bir fikriniz var mı? Bir balon şişirildi. Daha sonra toplum, o yazarlar(ımız)ı “çok satan!” kitabıyla hatırlayacaktır, yoksa kendilerini düşünmeye sevk eden, kendilerinde bir tecessüs (anlama merakı) uyandıran satırlarıyla değil. Yani kitabın içeriğiyle değil. Değil, çünkü kitap, hiçbir hissi harekete geçirmemiştir okuyanda. Bu haliyle çirkindir kitap.

“Güzel kitaplar yazar için bir son, okuyucu için bir davettirler. Suallerimize cevap vermezler. Bir takım arzular uyandırırlar bizde, iştiyaklarımızı (isteklerimizi) alevlendirirler.” (Bu Ülke, s. 112)

Maalesef toplum, o kitabı, kitabın satması için yürütülmüş reklam kampanyalarıyla, bir kaşık suda koparılan fırtınalarla hatırlayacaklardır. Balon söndü…

Bakın ne diyor Meriç; “Meçhule açılan bir kapıdır kitap. Meçhule, yani masala, esrara, sonsuza.” (a.g.e, s. 111) “Okuma, içimizdeki meçhul âlemin kapılarını açan bir anahtar.” “Peki ama o meçhul âlemin tekevvününde (oluşmasında) payı yok mu okumanın? İç dünyamızın sınırlarını genişleten kitaplar değil mi?” (a.g.e, s. 112) “Kitap zekâyı kibarlaştırır.” (a.g.e, s. 115)

Bir çok şey gibi maalesef kitaplar da, artık kısa vadeli birer tüketim maddesi haline geldi, getirildi. Ne yapalım? Popüler kültür bizi buna zorluyor, modern çağ böyle istiyor! Ne istiyor? “Kitaplar kapanır kapanmaz içindekiler unutulsun” istiyor. (a.g.e, s. 113)

Okuduklarına takılıp kalmasın okuyucu, üzerinde düşünmesin, kafa yormasın okuduklarının. karşılaştırmasın başkalarıyla (öncekilerle), unutsun ki, okuyucu bir sonraki üründen de satın alsın. Okunup okunmaması pek de önemli değil! Satın alınsın ve geçiştirilsin… Hiç şüphesiz göz ardı edilmemesi gereken yüzlerce kitap var. Okunması, tekrar tekrar okunması gereken, üzerinde düşünülmesi ve anlaşılması gereken kitaplar.

BU ÜLKE*

“‘Bu Ülke’, yarım asırlık bir tetebbuun (araştırmanın), bir sanatçı mizacından süzülen usaresi (öz suyu). Bir mesaj, daha doğrusu bir çığlık… kesif, dertli, derbeder…” (a.g.e, s. 56)

Bu Ülke’nin ne kadar ciddi bir çalışmanın sonucu olduğu isminden de anlaşılıyor. Kitapların isimleri önemlidir. Kitabın, okuyucuya ilk ulaşan, birkaç kelimelik özetidir ismi. Günümüzde öyle kitap isimlerine rastlamak mümkün ki buram buram samimiyetsizlik kokuyor. Örnek mi istiyorsunuz? Buyrun; Bu İşte Bir Yalnızlık Var, İçime Gir Ama Sigaranı Söndürme vs.

Cemil Meriç, “… bir ülkenin vicdanı olmak, idrâkimize vurulan zincirleri kırmak, yalanları yok etmek, Türk insanını, Türk insanından ayıran bütün duvarları yıkmak” için feda etmiştir kendini. Kitap kuşanmıştır. Ömrünü, okumaya, düşünmeye ve düşündüklerini yazmaya adamıştır. İlk başta ses getirmemiştir yazdıkları. Başka şeylerle meşguldür insanlar o vakitler. Bağlı bulundukları ideolojileri sindirmekle, kinini törpülemekle meşguldür.

… İdeolojiler, uçurumları aydınlatan hırsız fenerleri… İdeolojiler, siyaset dünyasının haritaları. Haritasız denize açılınır mı? (a.g.e, s. 94) Hayır, “harita gereklidir” düşüncesiyle harekete geçilmiş ama her bir parçası farklı farklı yerlerde bulunan haritanın parçaları bir türlü birleştirilememiştir. “… harita tehlikeli bir yolculukta tek kılavuz olamaz. (Hele parçaları eksik bir harita) Pusulaya da ihtiyaç var. Pusula: şuur. Tarih şuuru, milliyet şuuru, kişilik şuuru. (a.g.e, s. 94) Çok sonra anladık ki hüsranla son bulmuş alışkanlık haline getirilen meşguliyetler.

Eli kalem tutanlar, hep kendilerini övmek yerine biraz da kendileriyle aynı fikirleri paylaşmayanları anlamayı tavsiye etselerdi kalemine bakanlara belki bugün daha güzel olacaktı bir çok şey. Ama öyle yapmadılar. Yapmadılar çünkü gözlerini bürümüştü sahip oldukları ideoloji. Sağ okumuyor. Boşuna bağırıyorum. Sol diyalogdan kaçıyor, küskün: “Ötüken’in bastığı kitap okunmazmış. Peki siz basın. Cevap yok. Bu çemberi kırmak mümkün değil. Son tahlilde hudutlu imkânlarımızı isteyene bezletmekten başka çare yok. Sol, sağ’ın gösterdiği dostluğu göstermiyor. İhanet etmişiz. Neye ve kime?. (a.g.e, s. 55)

Ellerinde birer mühür “bizdensin, bizden değilsin, solcusun, sağcısın” gibi bir tespitte bulunmak gibi bir görevleri de vardı bazılarının. Siz kimdiniz, onlar kimdi? İki tarafta bu ülkenin insanlarıydı ama ya ideolojiler: “Sol-Sağ… çılgın sevgilerin ve şuursuz kinlerin emzirdiği iki ifrit.” (a.g.e, s. 78) Pek çok insan gibi Cemil Meriç’te nasibini almıştı bu damgalama hadisesinden. “Hint meçhule açılan kapıydı, meçhule, yani insana. Dört yıl Ganj kıyılarında vecitle dolaştım, sağ dediler… Saint- Simon’la uğraştım iki yıl, çağımız onunla başlıyordu, sol dediler.

“… Her iki kitap da peşin hükümlerin rahatını kaçırdı, ne sol’un hoşuna gittiler, ne sağ’ın. Anladım ki, bu iki kelime aynı anlayışsızlığın, aynı kinlerin, aynı cehaletin ifadesidir. (Bu Ülke, s. 54)”

İsmi dün , sağ-sol olan çatışma bugün ilerici-gerici diye devam ediyor, yarın ise daha başka bir isimle çıkacak karşımıza. Çıkacak diyorum çünkü, kimse ortak hareket etmekten yana değil. Bir kısım uzlaşma yanlıları ise ya iki yüzlü, ya da yeni çıkar hesapları peşinde. En büyük eksikliklerden bir tanesi samimiyet. Hâlâ süren buna benzer kamplaşmaların, bizi dün getirmediği gibi bugün ve yarın da iyi yerlere getirmeyeceği artık hepimizin bildiği bir şey. Biliyoruz ama bir şeyleri değiştirmek için çabalamıyoruz. Çünkü işin kolayını bulmuşuz. “Her dudakta aynı rezil şikayet: yaşanmaz bu memlekette! Neden? Efendilerimizi rahatsız eden bu toz bulutu, bu lağım kokusu, bu insan ve makine uğultusu mu? Hayır. Onlar Türkiye’nin insanından şikayetçi. İnsanından, yani kendilerinden. Aynaya tahammülleri yok. (Bu Ülke, s. 95) Pamuk ipliğinden biraz daha sağlam tek bağ: düşünce birliği. O da rüzgarın her an tehdit ettiği bir kandil. Düşünce birliği, düşünen insanlar arasında olur. İnsanların kaçta kaçı düşünür? Düşünenlerin kaçta kaçı karşılaşır ve açılır birbirine. (Bu Ülke, s. 54)”

Üzerinde kafa yoracak hiçbir mesele kalmamış gibi her şeyde güllük gülistanlık bir hava var. Birileri bulunduğumuz coğrafyayı değiştirecekler. Sanki biz başka bir dünyada yaşıyoruz da olup bitenler bizi hiç mi hiç ilgilendirmiyor. Kendimizden başkasını sokmuyoruz düşünce sınırlarımızın içine. Biz düşünmediğimiz için düşünenleri seyrediyoruz büyülü gözlerle; “adamlar neler düşünmüş, düşünüyorlar” diyoruz hayretle. “Hayret, yerini hayranlığa bırakır, hayranlık teslimiyete. (Bu Ülke, s. 133)”

12 Aralık 1916’da doğan Cemil Meriç, Türk düşünce dünyasında derin izler bıraktığı gibi çileli bir hayatın da sahibidir. Çocukluk yıllarında başlayan dışlanma sonraki yıllarda da devam edecektir. Memuriyeti sırasında yaşadığı sıkıntılı günler, sürgünler de cabası. Üç yüz kadar kitabına ve dergi koleksiyonlarına el konulur. İdamla yargılanıp beraat eder. Kitaplara aşık, kitapları kendine en iyi dost bilen bir anlayış 38 yaşında gözlerini kaybetmiştir. Cemil Meriç için bundan daha büyük bir talihsizlik olmamıştır. “Gözlerimi, yani her şeyimi kaybetmiştim. Tekrar çarka takıldım. Ölümü bir münci olarak arıyordum, meselelerimi ancak o çözebilirdi. Korkak olduğum için intihar edemedim. Vazifelerim bitmişti… Beklediğim bir şey yoktu. Yazdıklarım hiçbir yankı uyandırmamıştı. Ne yazacaktım? (Bu Ülke, s. 44) Görmeyi çok istediği Paris’e, göz ameliyatı olmak için giden Cemil Meriç, daha sonra Paris’ten şu şekilde bahsediyor. “Paris, okuduğum romanların en tatsızı, en namussuzu, en kahpesi. “…Ben görmedim Paris’i, ... Paris evde yoktu. Ben rüyada gördüm Paris’i, gülümsedi ve kayboldu. (Bu Ülke, s. 44) Yapılan ameliyatlar, gözlerindeki yüksek tansiyon ve kanama nedeniyle başarısız geçer ve ülkeye geri döner. Kendine dönüştür, içine kapanıştır bu. Her şey değişmiştir çevresinde, çok da uzun sürmeyen bu ruh hali, yerini yoğun sayılabilecek bir çalışma temposuna bırakır. Çeviriler yapmaya başlar. Üzerinde çok çalıştığı Hint Edebiyatı’nı bitirir, ve 1963 yılında İstanbul Üniversitesi Sosyoloji bölümünde hem bölüm öğrencilerine hem de derslerini takip eden diğer öğrencilere Sosyoloji ve Kültür Tarihi dersleri verir ve 1974 yılında üniversiteden emekli olduktan sonra kitapları peş peşe yayımlanır. Önce, Bu Ülke ve Umrandan Uygarlığa okuyucu ile buluşmuştur, sonra da diğer kitapları. Çeşitli dergilerde de yazmaya başlamıştır Üstad. O yıllarda daha iyi anlaşılmaya başlanılmıştır Cemil Meriç’in kıymeti, kitapları yeni baskılar yapmıştır. Yazdıkları olumlu yönde etkilemiştir bir çok aydınımızı. Solmaya yüz tutan “düşünce hayatımız”a renk getirmiştir. 1983 yılında beyin kanaması geçirmesinin ardından iyice yorulan, derin tecessüs sahibi, deneme ustası Cemil Meriç 13 Haziran 1987 günü vefât etmiştir. Geride, on’un üzerinde kitap, bir çok tercüme ve çeşitli yerlerde kaleme aldığı yüzlerce deneme, makale, sayıları az da olsa kendisi gibi düşünmeye çalışan şakirtler (öğrenciler) bırakmıştır Cemil Meriç.

Düşündüklerini geçirmiştir kayıtlarına ve bu yüzden soğuk duş etkisi yapmıştır, Jurnal 1 ve Jurnal 2, okuyanların üzerinde. Güdülmedi, kimsenin çıkarlarına hizmet etmeden yazabilmiş sayılı aydınlarımızdandır Cemil Meriç. Kütüphanelere sığınmış, huzuru orada bulmuştur. Kendi deyimiyle ‘Kilisesi’ olmadığı için, parça parçadır. Birbirine zıt, birbiriyle savaşan, her düşünceye açıktır Cemil Meriç. O tecessüs’ün yeni anlamıdır.


Müjdat Arslan

Friday, October 28, 2005

JURNAL

Okyanusta bir sal, salda bir yolcu ve gece... Bu kitap firtinaya tutulan o yolcunun, icine kafasindaki bütün isigi doldurup, dalgalara firlattigi sise! Denize atilan sise hangi sahilde, hangi bahtiyar tarafindan bulunacak...

Cemil Meric
16.7.1955 Jurnal


Mechul Dost'a gönülden yazilan uzun bir mektup Jurnal. Yalnizligin izdirabi ile gecmis bir ömrü, düsünceyle, dostla, askla süsleme gayreti.. Tüm cilalarindan siyrilmis ve yalinligi icinde devlesmis bir mütefekkirin portresi. Jurnal, konusan bir kalp.

Mechul Dost, tüm gercekligi ile tanisin ve öyle sevsin istemis kendisini Meric. Mahrem sirlarini bile ifsa etmesinin nedeni, belki de bu. Cocuklugundan gencligine, asklarindan evliligine, cocuklarindan sakirtlerine, hayata, düsünceye, bu ülkeye dair kaleminden dökülen kelimeler kalplerde öyle yanki buluyor ki, insani ister istemez pesi sira sürüklüyor. Jurnal'i okuyup da, Meric girdabina düsmemek mümkün mü? Her kelime Eros'un oku gibi, kalbe saplanmis bir kere..

Cemil Meric'in trajedisi gözlerini kaybetmesidir. Gözlerini kaybetmese bu satirlari yaziyor olur muydum? Süpheli.. Külliyatindaki diger tüm kitaplari, gören bir Meric yazabilirdi. Ama Jurnal, trajedisinin bize armagan ettigi abide. Abide veya destan..

Cemil Meric gibi bir mütefekkir neden azdir düsünce dünyamizda ve neden yenileri gelmiyor? Bu sorularin cevabi yasadigi hayattir. Cocuklugunda baslayan yalnizlik, bir yere ait olamama ve ister istemez kitaplara yönelis.. Hatay gercegi, cok dilli, cok kültürlü bir ortamda yetismesi.. Tevkif edilisi.. Istanbul, hayalleri, evliligi, cocuklari, sakirtleri, kitaplari.. Ve Lamia Hanim. Araya serpistirilmis gönül kiriklari ile örülmüs bir hayat. Akilla gönülü, bicim ve muhtevada birlestiren üslubu ve hicbir mabede, yani önyargiya baglanmayan tarafsiz düsünceleri sahsinda birlestirmek, ancak böyle bir hayati yasayana nasip olabilirdi. Zincirin halkalari gibi birbirine baglanarak gelisen ve bir düsünürün hamurunu olusturan yukarda kisaca saydigimiz merhaleler, kaderin mükemmel bir plani degil mi? Bir insanin yanisindan bir millet aydinlaniyor.

Cemil Meric'in denize biraktigi sise cok gecmeden genc bahtiyarlar tarafindan bulunmustur. Biz onlara Bu Ülkenin Cocuklari diyoruz. Yüreklerine Meric isigini koyan bu insanlar, ellerindeki aydinligin herkese ulasmasi hayaliyle yasiyorlar.

Jurnal, aydinligin davetiyesidir. Ve Cemil Meric, yeni dostlarini beklemektedir.

Mevlüt Kayar

Thursday, July 28, 2005

ÜSTADA MEKTUP

Rüyasının peşine düşen Santiago, aradığı hazinenin yanı başında olduğunu nerden bilebilirdi? Evinden ayrılmasa, hayallerini süsleyen mücevherlerin yerini öğrenemezdi elbette. Gurbete seni tanımak için mi çıktım, diye düşünürüm bu nedenle hep. Ülkemden ayrılırken "İstanbul?a fetih ümitleri ile giden delikanlı"dan farkım yoktu. Evet ama, neyi arıyordum, neyi bulacaktım, biliyor muydum?

İnsan bir plan yaparken kaderin de bir planı olduğunu unutur, demiş Dostoyevski.. İki plan arasındakı uyuşmazlıktır belki de hayal kırıklığı dediğimiz. Gurbete çıkan delikanlı da yalnızlıktan başka bir şey bulamamıştı. Yani boşluktaydı. İşte, o sıralar seninle karşılaştı. Anladı ki, eksikliğini duyduğu, hayatı boyunca aradığı sendin.. Ama bunun hiç mi hiç farkında değildi.

Jurnal ile başlayan bir aşktı benimkisi. Jurnal ile başlayan ve hiç bitmeyen. Hiçbir yazardan, hiçbir eserden almadığım lezzet vardı kelimelerinde. Düşünüp ifade edemediğim, hissedip söyleyemediğim bir çok şeyi cümlelerinde bulmuştum. Ve ister istemez, gönüle işleyen üslubuna meftun olmuştum.

Dilin farklıydı, kokun bambaşka. Kalpten çıkanlar kalplere ulaşırmış. Gönlünle yoğurduğun kelimeler de direk yüreğime saplanıyordu. Kelimelerin birer kanattı, Olemp'ten Himalaya'lara uçuran.. Kelimelerin birer kırbaçtı, şuuru her an kamçılayan.. Seven bir gönlün nağmeleriydi onlar. Sen kelimeydin. Kelime, sen..

"Bunları senin için yazıyorum, Meçhul Dost" derken bana sesleniyordun. Dalgalara benim için fırlatmıştın kafandaki bütün ışığı doldurduğun şişeyi. Sevgiye ve düşünceye davet ettiğin bendim. Bu daveti beklemiştim hep, nasıl icap etmezdim? Uzanan eline sımsıkı sarıldım. Küçük bir oda, bir kaç parça eşya ve yalnızlıkla sınırlı dünyam, dostluğunla sonsuzlaştı. Kaç kere seninle sabahladım, kaç gece ateşinle yandım. Sensiz geçen günlerimi telafi etmek istercesine seninle yaşadım, seni yaşadım.. Sonu aydınlık olan bu girdaba kendimi seve seve biraktım. Senin girdabına..

İki duygu hemen sarar seninle ilk karşılaşanı: Sevinç ve üzüntü. Seni tanımanın sevinci ve sensiz gecen zamanın üzüntüsü.. Akıl ile gönülü, biçim ve muhtevada birleştiren üslubun, bize sürekli bir gerçegi hatırlatıyordu; Batı karşısında yaşadığımız aşağılık kompleksinin ne kadar yersiz olduğunu, onlarınkinden çok daha insani bir medeniyeti kurmuş ve yaşatmış olduğumuzu. Ne güzel bir sesti bu, insana güven veriyordu. Hem Batı'yı, hem de Doğu'yu iyi tanımasan, bu kadar etkili olmazdı sözlerin. Sonra, kullandığın Türkçe.. İyice yetersiz olduğuna inanmaya başladığımız dilimizi, sen olmasan kim sevdirecekti bu nesile? Hemen ardından gelen pişmanlık: Neden tanımamıştım seni bu zamana kadar? Hazineler neden saklanır? Belki de, kıymetleri gerçekten bilinsin, diye..

Dostların için inşaa ettiğin sarayın içinde dolaşmak, o havayı solumak, saadetlerin en büyüğü.. Bir giren, bir daha asla çıkmak istemiyor. Dostlarına yaptığın bir kötülük belki de bu: Seni okuyan, başkasını okumaktan eskisi gibi zevk alamıyor. Nasıl ki, bir aşık hep maşuğundan söz etmek ister, öyle de dostların her yerde senden bahsetmek istiyorlar. Bunun içindir ki, tek ortak noktaları, kitaplarını okumak olan insanlar, yıllardır beraber yasamışçasına kaynaşıyor, anlaşıyorlar. Şimdi, zıt kutupların buluştuğu noktasın. Bu ülkeye yaptığın en büyük iyilik bu desem, mübalağa etmiş olur muyum? Sanmıyorum.

Hergün başucumdaki eserlerini, masamdaki ismini, duvarımdaki resmini gördükçe, kendime, seni neden bu kadar çok sevdim, diye soruyorum. Hiçbir ortak noktamız yoktu. Ne anlaşılmayan bir kafaydım, ne kendini irfana adamış mütecessis biri. Yalnızlığım da mekan ile sınırlıydı, aynı ruhları paylaştığım insanlardan ayrılıktı sadece. Sevdim, çünkü benim için okumuş, benim icin düşünmüş, benim için yazmıştın. Gözlerinin nurunu vererek yolumu aydınlatmıştın. Sen, Türk irfanına doğan bir güneşsin. Allah'ın, yıllardır boşlukta yaşayan bu millete mukaddes bir hediyesisin.

Bilmem, adresi olmayan mektuplar yazarken böyle bir karşılık alacağını ummuş muydun? Bu satırlar, sana yazılanlar içinde belki en değersizidirler. Ama şunu bilmeni isterim ki, şu an konuşan yalnızca kalbim. Kalbim, yani tüm samimiyetim. Senden son bir isteğim var: Listenin en sonunda olsa bile, "Yaz beni de defter-i uşşaka.."

Ben...

Mevlüt Kayar

Friday, July 01, 2005

Cemil Meric ve Berke Vardar

Meriç'le yeni tanıştığım yıllardı, dilimde güftesi M.Akif'e ait şarkı:

"Ezelden aşinânım ben, ezelden hem zebânımsın
Beraber ahde bağlandık ne olsa yar-i cânımsın
Ne olsam zerrenim kalbimde halâ çarpar esrarın
Gel ey cânan gel ey cân kalmasın ferdaya dîdârın"

Gerçekten de üstadla hem zebandık/aynı dili konuşuyorduk hem de ezelden...

Bu arada yüksek lisans tez konumla ilgili olarak, dilbilimle ilgileniyor, bu konuda yapılmış yayınları okumaya çalışıyordum.

Bu çerçevede dilbilim deyince, sahanın emsalsiz ismi Ferdinand de Saussure'un eserini Berke Vardar çevirisinden okuyorum. İlk sayfabittiğinde şarkıda geçen "Gel ey cânan gel ey cân kalmasın ferdaya dîdârın" sözlerini yeniden mırıldandım ve içimden "keşke bu Berke Vardar denen adam üstadı tanısaydı da onun dil zevkinden biraz nasiplenseydi..." diye geçirdim. Çünkü yaptığı çeviri kullandığı dilden dolayı o denli anlaşılmaz, o denli can sıkıcıydı... Sonra birgün üstadın bir eserinde bu isme rastladım. Meğer benim hakkında "keşke üstadı tanısaydı!" şeklinde temenni ettiğim bubilim adamı/filolog üstadın en nadide öğrencisi değil miymiş! Dilime eskilerin hayret anlarında söyledikleri; Allah'ın şaşılacak nice işleri vardır, mealindeki "ve lillahi fi halkıhi şuûn" cümlesi geldi. Bu şaşkınlık beni Meriç'in Berke'den bahsettiği her satırı daha kesif bir dikkatle okumama vesile oldu. Öyle ya hayatını Türk Diline adayan bir fikir işçisinin en gözde talebesi nasıl olur da uydurukça şövalyesi olurdu? Bu tespitlerimi kronolojik bir takiple bir araya getirip siz Meriç okurlarıyla paylaşmak istedim. İleride yapılacak Meriç'le ilgili çalışmalara faydası olması ve üstadımızın bir kez daha fatihalarla anılmasına vesile olması dileğiyle...

Meriç, yarının insanına batı düşüncesini, daha doğrusu düşünceyi tanıtmak ve tattırmak için çırpınan "bir çift yürektir." Yüreklerden birisi doğunun hikmetine, diğeri ise batının sınır tanımaz düşünce dünyasına bağlıdır. Meriç çırpınır ve aradığı karşılığı bulamamak onu yaralar... Hiç unutmam dediği filozof-şair Mearri'nin şubeyitleri onun içinde bulunduğu hâlet-i rûhiyeyi çok güzel anlatmaktadır:

"Kendi feryadımdır ancak ses veren feryadıma!
Kimseler yok âşinâdan, yârdan hâli diyar..
Nerde yârânım? dedikçe ben bülent âvaz ile..
Nerde yârânım diyor vadi beyâbân kühsâr..."

"1947 Haziran. Yedi aydır Hukuk Fakültesi'nde Fransızca okutuyorum. Talebe perişan. Dilini unutan bir nesil, yabancı dili nasıl sevsin? İçimde misyonerlerin her aksiliğe meydan okuyan imanı..." (BabamCemil Meriç,53.) Bu duyarsızlık karşısında Meriç Hoca kendisini kızılderililer arasında bir rahip gibi hisseder...

Yıl 1952. Cemil Meriç Işık Lisesinde Fransızca öğretmenliği yapmaktadır. Okula ilk gittiği gün, okul müdürü tarafından biröğrenciye ilişmemesi konusunda uyarılır: "Onikinci sınıfımız çok iyidir. Ancak o sınıfta haylaz bir öğrenci var, ona pek ilişmeyin. Adı Berke'dir." ( bkz.age.,53.) Cemil Meriç derse girer girmez, Berke Vardar'ı derse kaldırır. Haylaz Augustinus'un kaderi birazdan değişecek ve Aziz Augustinus olacaktır. Berke, önce şaşırır, itiraz etmek ister... Bunun bir talih bir kader olduğunu o da fark etmiş olmalı ki tahtaya kalkar. Hocasına ilk okumasını yapar. BerkeTophane'de barbut oynayan, Ümit Meriç'in deyimiyle, binbir naz ve niyazla yetişmiş şımarık ama zeki bir öğrencidir. (bkz.age.,54.)

Berke liseyi bitirmiş ve hocasının da onayıyla Fransız flolojisine girmiştir. Ama onun gerçek üniversitesi Meriç'tir. Hergün düzenli olarak hocasının yanına gelir, saatlerce okur, kendisine çalışmalarında yardımcı olur. Berke bitmek tükenmek bilmeyen bir çalışma azmine ve enerjiye sahiptir. Meriç gibi zor beğenen bir hocanın takdir ve beğenisini kazanacak kadar dikkatli ve çalışkandır. Müthiş bir enerji. (Açıkgöz, Cemil Meriç,145.) "Turnayı gözünden vuran bir dikkat. Hırsızın dikkati. Yıllarca kumar masalarında bilenen bir dikkat bu. İstenilen konuya çengel gibi takılan bir dikkat. Belki sezişin tanrısallığı yok bu dikkatte. Belki burgu gibi ciğerine işlemiyor meselenin. Ama terbiyeli, kucaklayıcı, pençe gibi bir dikkat. Avını uzaktan gören kartalın dikkati. "Instinct" değil, ama adeta uzvî. Sonra bir Gargantua gücü. Bir vücutta bir düzine insan. Ne yapar bu insanlar? Cemiyetin kamçısı ile karşılaşan, nasırlaşan, kemikleşen bir "surmoi". Bazen bir kont, bazen bir seyis karşısındasınız. O bir düzine insan içinde, en pespaye topal şeytandan müçtehide kadar renk renk, boyboy vatandaş. Kaptan değişiyor zaman zaman. Önce farkına varamıyorsunuz. On iki kişi on iki resmin çeşitli kopyeleri. Ama yalnız kalıplar aynı. (Jurnal-1,292.)

Meriç'le Berke Vardar önce iki dost sonra hoca ve öğrencidirler. Çünkü Meriç'in hocalık anlayışı bunu gerektiriyordu... Ona göre hocayla talebe arasındaki bağ, akrabalık bağından daha ileri düzeydedir. Bu hayatın bütün tezahürlerini kucaklar ve karşılıklıçok yoğun bir sorumluluk getirirdi. (Babam Cemil Meriç,54.) Vardar yalnızca hocasının sekreterliğini yapmakla kalmamış, icap ettiğinde sırtında hocasına sahaftan çuval çuval kitap, kimi zamanda bahçeden odun taşımıştır. Berke'deki bu dervişâne değişiklik, babasına Meriç'in elini öptürecek kadar büyük bir başarıdır. Evet, Meriç haşarı bir liseliyi bir ilim aşığı haline getirmiştir...

Asistanlık imtihanlarında, mülâkâtta fakülte hocaları Berke'nin Fransızca bilgisinden kendilerine gizli bir pay çıkartmak için sorarlar: "Sen bizden mezundun değil mi?" Cevap biraz haşarı, ama çok zekicedir: "Evet, sizden mezunum ama Fransızcayı Cemil Mriç'ten öğrendim!"

Gerçekten de Vardar, Ünlü Dilbilimci Ferdinand de Saussure'nin öğrencileri tarafından ders notu olarak tutulup, daha sonra aynı derecede yetkin isimler olan Charles Bally (1865-1947) ve Albert Sechehaye (1870-1946) tarafından kitap haline getirilmiş olan, "Cours de Linguistique Generale" adlı eseri "Genel Dilbilim Dersleri" ismiyle (1976) Türkçeye kazandırmakla kalmamış, eserde tespit ettiği, eserin yanlış yorumlanmasına sebebiyet verebilecek türden bazı hataları da düzeltmiştir. Bu düzeltmeleri R. Godel tarafından "Cahiers Ferdinand de Saussure" dergisinde yayımlatılmıştır. Bu bilimde, bu ülkedeki bilim kurumlarının özlemini çektiği bir düzeydir.

Bu arada Vardar'ın mesleki kariyer ve başarılarına bir nebze dikkat çekmekte fayda görüyoruz. Vardar, dilbilim, göstergebilim, edebiyatbilim, çeviribilim, eleştiri ve Atatürkçülük üzerine bir çok özgün araştırmanın yanısıra, çevirileriyle Türkçeye pek çok eser kazandırdı. Fransız Hükümeti tarafından, başarılı çalışmalarından dolayı "Palmes Academiques" nişanının "chevalier" (1978) ve "officier" payelerine (1988); "Ordre National de Merite"nişanının "chevalier" payelerine layık görülmüştür.(1985)

Meriç'e göre ise Berke Üniversitede heycanını kaybetmiş. Yaratıcılığını kaybetmiş ve robotlaşmıştır. (Jurnal1,21.11.1963) Kısaca o neşe kalmamıştır peymanelerde... Bir ara Meillet'ninden "Dillerin Yapısı ve Gelşimi" adlı eserini beraber çevirmeye başlarlar. Ne hazindir ki en gözde talebesi de kendisini uydurukçacılara kaptırmış, kale içten ele geçirilmiştir. Hocayla talebe arasında bir düello başlamıştır. Sonunda herkes çevirdiği makaleyi imzalar. (Babam Cemil Meriç,106.) Bu arada ikili ilişkilerin geldiği nokta; siyasi konuları konuşmama kararı, şeklinde özetlenebilir.

30.01.1964 tarihli günlüğünde şu satırlara yer verir: "Uydurmacılık bir alay mektep kaçağının inhisarında. Berke gibi dil vâkıasını yıllardır inceleyen bir kabiliyetin kendini etraftakilere kaptırması hazin. Zaman zaman gözlerini açıyor. Güçlük, bir otoritenin olmayışında. Kimin ehliyetsizliğini nasıl ispat edeceksin? Herkes karışıyor dile. Yani düşman isimsiz."

Berke Vardar'ın bu tavrı, bilimsel gerçeklerden kaynaklanan bir kaygıdan çok, kişisel hesaplara dayanmaktadır. Sene 1977. Birdefasında hocasının, "nedir bu uydurukça kepazeliği?" sorusuna karşılık, açıkça şunları söyler: "Haklısın hoca, benim yükselmem lazım. Senin gibi, hayatta muvaffak olamamış bir adam olmak istemiyorum." Vardar hocayı en ince yerinden, yıllarca dillendirdiği kendi önermesinden hareketle vurmuştur: O bir mağluptur. Meriç buruk ama metanet içinde öğrencisine hak verir: "Çocuk haklı. Ben hayatta muvaffak olamadım." (Açıkgöz,216.)

Gerçekten de Berke Vardar çok geçmeden, Fransız Hükümeti tarafından bir takım nişan ve payelere layık görülür.(1978) Çok da uzun denemiyecek bir sürenin ardından, İÜ. Atatürk İlkeleri ve İnklapTarihi Enstitüsü Müdürlüğü (1989) ve Türk Dil Kurumu yönetim kurulu üyeliğine getirilir. Hoca ise münzevi köşesinde kendi kendisine, "Kime yaziyorsun bu mektubu? Elinde hiçbir adres yok!" demektedir... Meriç, Attila İlhan, Erol Güngör ve Berke Vardar arasında yaptığı bir mukayesede Berke için şunları söyler: "Berke Attila'dan çok daha korkak, çok daha pısırık. Daima sahillerde yüzen, ihtiyatlı bir sporcu. Ömür boyu uslu ve en spontane hareketlerinde bile hesaplı.(...) Berke'ye daha çok yaklaşmam mümkün değil. Her zaman ve her konuda haklı olmak, daha doğrusu haklı çıkmak sevdasında. Erol'la diyalog kurulabilir. Berke'yle hiçbir diyalog düşünülemez. (Jurnal2,17.05.1981)

Vefatının ikinci yıl dönümünde Çemberlitaş Basın Müzesinde yapılananma toplantısında, yaptığı konuşmayı şu cümlelerle noktalar:

"Ne mutlu Cemil Meriç'le birlikte çalışmış olanlara..."

Saygılarımla...

Celalettin Divlekci

Thursday, June 16, 2005

Ve Adam "Kelime" Oldu

Reyhaniye'de bir göcmen cocugu.. Yasitlarindan farkli. Giyimiyle farkli, konusmasiyla farkli. Ve gözlükleri var. Kasabanin cocuklarindan bol bol dayak yiyor, hep hakarete ugruyor. Sikayet edecegi kimse yok. Siginacak bir liman ariyor kendine.. Reelden ideale kaciyor. Ideale, yani kitaplara..

Kitaplar onu farkli bir dünyaya davet ederler. Düsman cehrelerin olmadigi bir dünyaya. Amcasinin kitapligi en büyük hazinesi. Aslinda okul bahcesinde diger cocuklarla oynamak isterdi. Kitaplara siginisi hür bir tercihin sonucu degil.

Hatay Fransiz mandasi altinda o zamanlar. Egitim Fransiz kültürü agirlikli. Delikanli cok iyi Fransizca ögreniyor bu nedenle. Fransizca ile beraber bir ummana daliyor: Balzac, Renan, Hugo.. Ve onlarin bir sehri var: Paris. Paris onunda sehridir artik. Insanlik Komedyasi'nin kahramanlari gibi seyda bir asikidir.

Yalniz Paris degil, Istanbul da bir baska hayali. Ve Istanbul ile vuslat.. Aclikla, aciyla olsa da vuslat. Istanbul'da yeni ümitler bekler onu: Yabanci Diller Okulu burslu ögrenci almaktadir. Iki yil Fransizca egitimi, iki yil da Fransa'da staj görecektir sinavi kazanirsa. Birincilikle kazanir ve Paris hayallerine dalar tekrar.

Ikinci Dünya Savasi Paris hayalini baltalar. Staj kaldirilmis, ümitleri kirilmistir. Yine tek avuntusu kitaplari..

Zaman gecer.. Aciyla, zorlukla gecer. Evlenip coluk cocuga karismistir. Maddi problemler yasarken, önünde bir imkan belirir: Üniversitede Fransizca okutmanligi. Severek yapar isini. Kabiliyetli ögrencileri evine davet edip yetistirir.

Cocuklugundan beri gücsüz olan gözleri kücük harflerden olusan satirlar arasinda yavas yavas nurunu kaybederler. Bir aksam dostlarinin evinden ayrilip yola koyulduklari sirada esine sorar: "Fevziye, hicbir sey göremiyorum. Elektrikler mi kesik?" Kesik olan elektrikler degil, gözlerinin dünya ile olan baglantisidir. Evet, artik kördür.

Hastane kösesi, ameliyatlar.. Durum umutsuzdur. Doktoru Avrupa'ya gitmesini tavsiye eder. Avrupa'ya gidecek maddi gücü yoktur. Tam bu esnada üniversiteden dostlari devreye girer. Tetkikatta bulunmak üzere Paris'e gönderilmis, orada iken gözlerini kaybetmis kabul edilecektir.

Gerekli izinler cikar ve 21 Ocak 1955 yilinda Tophane Limani'na yanasmis Tarsus adli gemi ile tek basina, icinde hic bitmeyen umutla Paris'e dogruyola koyulur. Paris'te gözlerindeki perde alinacak, asigina kavusacaktir. Gemi ile Marsilya'ya, oradan vapurda tanidigi bir kac iyi insanin yardimi iletrene binip Paris'e gelir. Ünlü göz hastaliklari hastanesi Quinze Vingst'e yatar.

Fransizcasi ile hayran birakir cevresini. "Dilimi bu kadar iyi konusan bir yabanciya günler sonrasi icin randevu veremem" diyen doktor hemen muayene eder hastasini. Burda da basarisiz ameliyatlar gecirir. Paris de sifa olamaz hastaligina. Gözlerine kavusamayacaktir. Tüm hayati dertlerle gecmisti.. Kader, bari burda olsun gülemez miydi?

Askinin dizi dibinde, askina uzak.. Bir ucak bileti parasina satin alinan Paris degil onun sehri. Montaigne'nin, Villon'un, Moliére'in, Sartre'in Paris'i.. Ölüleriyle, daha dogrusu ölmezleriyle sevdigi Paris. Ve sevgiliyi görememektedir, göremeyecektir.. Bu aci, dilinden yürekleri yakan sözcüklere dönüsecektir:

"Ben görmedim Paris'i.. Paris evde yoktu.. Ben rüyamda gördüm Paris'i, gülümsedi ve kayboldu."

Ve adam "kelime" oldu. Taniyor musun?

Suyu dertlere deva bir pinar, icebildigin kadar ic..
Acmis sinesini sonuna kadar, seni bekliyor Cemil Meric.

Mevlüt Kayar