Cemil Meric

http://groups.yahoo.com/group/CemilMeric

Friday, May 11, 2007

Tecessüs’ün Yeni Anlamı (Bu Ülke’den Bu Ülke’ye)

Doğumunun 87. yılında Üstad Meriç’in anısına.

Ne kitapçı vitrinlerini süsledi eserlerinin boy boy afişleri, ne de falancanın tavsiye ettiği kitaplar arasında anıldı adı. Bunların arasında ona ve eserlerine en yabancısıydı; “en çok satanlar listesi” olurdu herhalde.

Her yazar, eserinin, herkes tarafından satın alınılmasını ister, hele ki günümüzde. İstemesine ister de bakalım yazdıkları bu isteğini destekleyici nitelikte olur mu? Peki ya çok okunmasını, yazdıklarının anlaşılmasını ister mi? Onu da ister. Şöyle diyor bazı yazarlar(ımız); “benim kitabım, şu kadar zamanda, şu kadar sattı, bir rekor kırdı, falanca ödüle aday olabilir.” Tebrikler! Sormak lazım “acaba, kitabınızın ne kadar okunduğu hakkında bir fikriniz var mı? Bir balon şişirildi. Daha sonra toplum, o yazarlar(ımız)ı “çok satan!” kitabıyla hatırlayacaktır, yoksa kendilerini düşünmeye sevk eden, kendilerinde bir tecessüs (anlama merakı) uyandıran satırlarıyla değil. Yani kitabın içeriğiyle değil. Değil, çünkü kitap, hiçbir hissi harekete geçirmemiştir okuyanda. Bu haliyle çirkindir kitap.

“Güzel kitaplar yazar için bir son, okuyucu için bir davettirler. Suallerimize cevap vermezler. Bir takım arzular uyandırırlar bizde, iştiyaklarımızı (isteklerimizi) alevlendirirler.” (Bu Ülke, s. 112)

Maalesef toplum, o kitabı, kitabın satması için yürütülmüş reklam kampanyalarıyla, bir kaşık suda koparılan fırtınalarla hatırlayacaklardır. Balon söndü…

Bakın ne diyor Meriç; “Meçhule açılan bir kapıdır kitap. Meçhule, yani masala, esrara, sonsuza.” (a.g.e, s. 111) “Okuma, içimizdeki meçhul âlemin kapılarını açan bir anahtar.” “Peki ama o meçhul âlemin tekevvününde (oluşmasında) payı yok mu okumanın? İç dünyamızın sınırlarını genişleten kitaplar değil mi?” (a.g.e, s. 112) “Kitap zekâyı kibarlaştırır.” (a.g.e, s. 115)

Bir çok şey gibi maalesef kitaplar da, artık kısa vadeli birer tüketim maddesi haline geldi, getirildi. Ne yapalım? Popüler kültür bizi buna zorluyor, modern çağ böyle istiyor! Ne istiyor? “Kitaplar kapanır kapanmaz içindekiler unutulsun” istiyor. (a.g.e, s. 113)

Okuduklarına takılıp kalmasın okuyucu, üzerinde düşünmesin, kafa yormasın okuduklarının. karşılaştırmasın başkalarıyla (öncekilerle), unutsun ki, okuyucu bir sonraki üründen de satın alsın. Okunup okunmaması pek de önemli değil! Satın alınsın ve geçiştirilsin… Hiç şüphesiz göz ardı edilmemesi gereken yüzlerce kitap var. Okunması, tekrar tekrar okunması gereken, üzerinde düşünülmesi ve anlaşılması gereken kitaplar.

BU ÜLKE*

“‘Bu Ülke’, yarım asırlık bir tetebbuun (araştırmanın), bir sanatçı mizacından süzülen usaresi (öz suyu). Bir mesaj, daha doğrusu bir çığlık… kesif, dertli, derbeder…” (a.g.e, s. 56)

Bu Ülke’nin ne kadar ciddi bir çalışmanın sonucu olduğu isminden de anlaşılıyor. Kitapların isimleri önemlidir. Kitabın, okuyucuya ilk ulaşan, birkaç kelimelik özetidir ismi. Günümüzde öyle kitap isimlerine rastlamak mümkün ki buram buram samimiyetsizlik kokuyor. Örnek mi istiyorsunuz? Buyrun; Bu İşte Bir Yalnızlık Var, İçime Gir Ama Sigaranı Söndürme vs.

Cemil Meriç, “… bir ülkenin vicdanı olmak, idrâkimize vurulan zincirleri kırmak, yalanları yok etmek, Türk insanını, Türk insanından ayıran bütün duvarları yıkmak” için feda etmiştir kendini. Kitap kuşanmıştır. Ömrünü, okumaya, düşünmeye ve düşündüklerini yazmaya adamıştır. İlk başta ses getirmemiştir yazdıkları. Başka şeylerle meşguldür insanlar o vakitler. Bağlı bulundukları ideolojileri sindirmekle, kinini törpülemekle meşguldür.

… İdeolojiler, uçurumları aydınlatan hırsız fenerleri… İdeolojiler, siyaset dünyasının haritaları. Haritasız denize açılınır mı? (a.g.e, s. 94) Hayır, “harita gereklidir” düşüncesiyle harekete geçilmiş ama her bir parçası farklı farklı yerlerde bulunan haritanın parçaları bir türlü birleştirilememiştir. “… harita tehlikeli bir yolculukta tek kılavuz olamaz. (Hele parçaları eksik bir harita) Pusulaya da ihtiyaç var. Pusula: şuur. Tarih şuuru, milliyet şuuru, kişilik şuuru. (a.g.e, s. 94) Çok sonra anladık ki hüsranla son bulmuş alışkanlık haline getirilen meşguliyetler.

Eli kalem tutanlar, hep kendilerini övmek yerine biraz da kendileriyle aynı fikirleri paylaşmayanları anlamayı tavsiye etselerdi kalemine bakanlara belki bugün daha güzel olacaktı bir çok şey. Ama öyle yapmadılar. Yapmadılar çünkü gözlerini bürümüştü sahip oldukları ideoloji. Sağ okumuyor. Boşuna bağırıyorum. Sol diyalogdan kaçıyor, küskün: “Ötüken’in bastığı kitap okunmazmış. Peki siz basın. Cevap yok. Bu çemberi kırmak mümkün değil. Son tahlilde hudutlu imkânlarımızı isteyene bezletmekten başka çare yok. Sol, sağ’ın gösterdiği dostluğu göstermiyor. İhanet etmişiz. Neye ve kime?. (a.g.e, s. 55)

Ellerinde birer mühür “bizdensin, bizden değilsin, solcusun, sağcısın” gibi bir tespitte bulunmak gibi bir görevleri de vardı bazılarının. Siz kimdiniz, onlar kimdi? İki tarafta bu ülkenin insanlarıydı ama ya ideolojiler: “Sol-Sağ… çılgın sevgilerin ve şuursuz kinlerin emzirdiği iki ifrit.” (a.g.e, s. 78) Pek çok insan gibi Cemil Meriç’te nasibini almıştı bu damgalama hadisesinden. “Hint meçhule açılan kapıydı, meçhule, yani insana. Dört yıl Ganj kıyılarında vecitle dolaştım, sağ dediler… Saint- Simon’la uğraştım iki yıl, çağımız onunla başlıyordu, sol dediler.

“… Her iki kitap da peşin hükümlerin rahatını kaçırdı, ne sol’un hoşuna gittiler, ne sağ’ın. Anladım ki, bu iki kelime aynı anlayışsızlığın, aynı kinlerin, aynı cehaletin ifadesidir. (Bu Ülke, s. 54)”

İsmi dün , sağ-sol olan çatışma bugün ilerici-gerici diye devam ediyor, yarın ise daha başka bir isimle çıkacak karşımıza. Çıkacak diyorum çünkü, kimse ortak hareket etmekten yana değil. Bir kısım uzlaşma yanlıları ise ya iki yüzlü, ya da yeni çıkar hesapları peşinde. En büyük eksikliklerden bir tanesi samimiyet. Hâlâ süren buna benzer kamplaşmaların, bizi dün getirmediği gibi bugün ve yarın da iyi yerlere getirmeyeceği artık hepimizin bildiği bir şey. Biliyoruz ama bir şeyleri değiştirmek için çabalamıyoruz. Çünkü işin kolayını bulmuşuz. “Her dudakta aynı rezil şikayet: yaşanmaz bu memlekette! Neden? Efendilerimizi rahatsız eden bu toz bulutu, bu lağım kokusu, bu insan ve makine uğultusu mu? Hayır. Onlar Türkiye’nin insanından şikayetçi. İnsanından, yani kendilerinden. Aynaya tahammülleri yok. (Bu Ülke, s. 95) Pamuk ipliğinden biraz daha sağlam tek bağ: düşünce birliği. O da rüzgarın her an tehdit ettiği bir kandil. Düşünce birliği, düşünen insanlar arasında olur. İnsanların kaçta kaçı düşünür? Düşünenlerin kaçta kaçı karşılaşır ve açılır birbirine. (Bu Ülke, s. 54)”

Üzerinde kafa yoracak hiçbir mesele kalmamış gibi her şeyde güllük gülistanlık bir hava var. Birileri bulunduğumuz coğrafyayı değiştirecekler. Sanki biz başka bir dünyada yaşıyoruz da olup bitenler bizi hiç mi hiç ilgilendirmiyor. Kendimizden başkasını sokmuyoruz düşünce sınırlarımızın içine. Biz düşünmediğimiz için düşünenleri seyrediyoruz büyülü gözlerle; “adamlar neler düşünmüş, düşünüyorlar” diyoruz hayretle. “Hayret, yerini hayranlığa bırakır, hayranlık teslimiyete. (Bu Ülke, s. 133)”

12 Aralık 1916’da doğan Cemil Meriç, Türk düşünce dünyasında derin izler bıraktığı gibi çileli bir hayatın da sahibidir. Çocukluk yıllarında başlayan dışlanma sonraki yıllarda da devam edecektir. Memuriyeti sırasında yaşadığı sıkıntılı günler, sürgünler de cabası. Üç yüz kadar kitabına ve dergi koleksiyonlarına el konulur. İdamla yargılanıp beraat eder. Kitaplara aşık, kitapları kendine en iyi dost bilen bir anlayış 38 yaşında gözlerini kaybetmiştir. Cemil Meriç için bundan daha büyük bir talihsizlik olmamıştır. “Gözlerimi, yani her şeyimi kaybetmiştim. Tekrar çarka takıldım. Ölümü bir münci olarak arıyordum, meselelerimi ancak o çözebilirdi. Korkak olduğum için intihar edemedim. Vazifelerim bitmişti… Beklediğim bir şey yoktu. Yazdıklarım hiçbir yankı uyandırmamıştı. Ne yazacaktım? (Bu Ülke, s. 44) Görmeyi çok istediği Paris’e, göz ameliyatı olmak için giden Cemil Meriç, daha sonra Paris’ten şu şekilde bahsediyor. “Paris, okuduğum romanların en tatsızı, en namussuzu, en kahpesi. “…Ben görmedim Paris’i, ... Paris evde yoktu. Ben rüyada gördüm Paris’i, gülümsedi ve kayboldu. (Bu Ülke, s. 44) Yapılan ameliyatlar, gözlerindeki yüksek tansiyon ve kanama nedeniyle başarısız geçer ve ülkeye geri döner. Kendine dönüştür, içine kapanıştır bu. Her şey değişmiştir çevresinde, çok da uzun sürmeyen bu ruh hali, yerini yoğun sayılabilecek bir çalışma temposuna bırakır. Çeviriler yapmaya başlar. Üzerinde çok çalıştığı Hint Edebiyatı’nı bitirir, ve 1963 yılında İstanbul Üniversitesi Sosyoloji bölümünde hem bölüm öğrencilerine hem de derslerini takip eden diğer öğrencilere Sosyoloji ve Kültür Tarihi dersleri verir ve 1974 yılında üniversiteden emekli olduktan sonra kitapları peş peşe yayımlanır. Önce, Bu Ülke ve Umrandan Uygarlığa okuyucu ile buluşmuştur, sonra da diğer kitapları. Çeşitli dergilerde de yazmaya başlamıştır Üstad. O yıllarda daha iyi anlaşılmaya başlanılmıştır Cemil Meriç’in kıymeti, kitapları yeni baskılar yapmıştır. Yazdıkları olumlu yönde etkilemiştir bir çok aydınımızı. Solmaya yüz tutan “düşünce hayatımız”a renk getirmiştir. 1983 yılında beyin kanaması geçirmesinin ardından iyice yorulan, derin tecessüs sahibi, deneme ustası Cemil Meriç 13 Haziran 1987 günü vefât etmiştir. Geride, on’un üzerinde kitap, bir çok tercüme ve çeşitli yerlerde kaleme aldığı yüzlerce deneme, makale, sayıları az da olsa kendisi gibi düşünmeye çalışan şakirtler (öğrenciler) bırakmıştır Cemil Meriç.

Düşündüklerini geçirmiştir kayıtlarına ve bu yüzden soğuk duş etkisi yapmıştır, Jurnal 1 ve Jurnal 2, okuyanların üzerinde. Güdülmedi, kimsenin çıkarlarına hizmet etmeden yazabilmiş sayılı aydınlarımızdandır Cemil Meriç. Kütüphanelere sığınmış, huzuru orada bulmuştur. Kendi deyimiyle ‘Kilisesi’ olmadığı için, parça parçadır. Birbirine zıt, birbiriyle savaşan, her düşünceye açıktır Cemil Meriç. O tecessüs’ün yeni anlamıdır.


Müjdat Arslan